ANASAYFA  |  ÖNERİ VE ŞİKAYET  |  İLETİŞİM

BİYOGRAFİ HABERLER MAKALELER GİYOTİN HAVUZU İLETİŞİM
BİR DEMET | HÜSEYİN SUNGUR | Resmi Web Sitesi
  KADROMUZ
 
BİR DEMET

ANI

RESİMLİ BİLGİ

1

Uzun zamandır derdimi anlatmak,içimde biriktirmemek  için , nasıl yazmam gerektiğini düşünüp,duruyorum.

 Bu sabah aniden gözlerimin önünde bir şimşek çaktı.Dedim , bu şimşeğin imlediği gibi yazabilirsem,gerçekten bir işe yarar diyeceklerim.

Hadi uzatmadan başlayalım demeye.

O yıllarda, memleketin batısında, yeni yeni gelişen bir mahallede oturuyorduk.  Çevrede,üç katlı ev bile yoktu .

Mahallemize girmek için,mutlaka tren hattını geçmek gerekirdi.

 Halen de öyledir.

O zamanlar ,tren hattının, şehir yönünde  bitişiğinde, yığınla , kendi başına yaşayan okaliptüs ağaçları, bu ağaçların altına , rasgele serpiştirilmiş tahtadan ,kahvenin masaları,tek katlı, birbirine bitişik, ana yola bakan üç tane yapı vardı.

 Şehre doğru,sırasıyla kahve, bakkal ve fırın.

 Hemen arkalarında, bu defa stada giden yola bakan , ancak bu yapılara bitişik olmayan birkaç tane tek katlı , sade,basit yapı bulunurdu.

Fırının tam karşı köşesinde, istasyon tarafında da, Pompa mahallesine doğru uzanan , minicik bir koruluk gibi görünen okaliptüslerin başladığı noktada, okaliptüslere dönük eğik çinko çatısıyla, bir dükkâncıkta, mahallemize ve çevreye , gazete,dergi ve benzeri yayınları tedarik edip,satan, Kargılı köyünden gelme, Avni Abi vardı.

Avni Abi, bu dükkânı , daha sonra , karşı kaldırıma, Memet Amca’nın fırınının yanına taşımıştı.

Karşı bölge, o yapıların sahibi olmasından dolayı,İbrahim Toros amcanın soyadıyla ; TOROS diye anılır.  

Buraların eski halinden eser kalmadıysa da, TOROS adı,yerli yerinde durmaktadır.

Düşündüm,taşındım , burada yazacaklarımın adının, RESİMLİ BİLGİ olmasına karar verdim.

Avni Abi, dükkânı fırının yanına taşıdığı zamanlardı.Bir gün, bir asker yakınımız, bizi ziyarete gelecek.

Pasta,börek,çörek olmaz Sungurlar’a diye geçiriyor içinden.Bir kendine geliyor ki, yürüye yürüye Toros’a gelmiş.

N’apayım, ne edeyim derken , Avni Abi’nin, gazete kulübesindeki,vitrin camlarına , “kırnaplara”,çamaşır mandalıyla tutturulmuş dergiler gözüne çarpıyor.O mu bu mu derken, renkli, tablo gibi kapaklı , adı,büyük harflerle en tepeye yazılmış, RESİMLİ BİLGİ adında bir dergi, dikkatini çekiyor. 

Avni Abi, hediyelik gibi, sarıp,sarmalıyor dergiyi.

“Derginin” girişi , o giriş bizim eve.

Derhal abone oluyoruz “RESİMLİ BİLGİ’ye.”

Resimli BİLGİ neydi!

O yılların , hap gibi içilen, ansiklopedik bir süreli yayınıydı, aslında gogılıydı desem,daha doğru olur.

Ne yoktu ki içinde!

Hele çok renkli, sulu boya resimleri, bir alemdi. Beni, hayalden hayale sürüklerdi.

En çok da uzayla ilgili konulara bayılırdım.Neden? Gerçekten bilmiyorum.

Bir taraftan evimizdeki HAYAT ANSİKLOPEDİSİ, annemim, babamın kütüphanesi,adını unuttuğum, cilt kapakları varolan , alımı ya da yayını tamamlanmamış bir ansiklopedi…Neydi acaba adı!?

Neyi, ne kadar düşünmemi düşünmeden, aç bir kurt gibi , o sayfadan bu sayfaya koşturmaya başlamıştım.İnanılmaz , anlaşılmaz bir bilgi açlığı yahut merak mı demeliyim!

Millet dışarıda gûlle oynar, çelik çomak atışır, Gamsız’ın tarlasında “ gıç gıç “ için birbirine girer, hırrış gürrüş, kıyamet kopar tarlanın bir yerinde.

Umurum bile değil.

Yeni sayı RESİMLİ BİLGİ gelmiş ya. Onun sayfalarının arasına girip, hayalden hayale kim koşacak.

Yanlış mıyım! 

 

 

 

__________________________//_________________

 

RESİMLİ BİLGİ

2

Mahalleyi , cetvel tarafından gelip, iki taraftan çevreleyip , tren hattına paralel akan KALBURCU DERESİ, o yıllarda,henüz doldurulmamıştı.

Bunun için , 68/69 kışını beklememiz gerekecekti.Bir kaç yıl, 277 sokaktaki, “NAFA” , doğrusu Nafia yani BAYINDIRLIK müdürü ENVER SÜMER amcanın evinin alt katında oturduktan sonra,hemen bitişik sokak 278’de, yeni yapılan, Avukat Mahmut Erdem’in evinin alt katına taşındık.

Tuhaftır, o yıllarda babam, bir türlü bir ev sahibi olmayı düşünmüyor.Beni en çok tedirgin eden , sorgulanmalarımın başında geliyor bu durum.

Nedense…

Yıllar içinde, babamın,kendinden bile gizlediği kederlerini öğrenip, çok üzülecektim ama artık yapacak bir şey yoktu.Zira, dünya değiştirmişti İbrahim Bey…

Bu yeni evde, ilkokullararası , AKDENİZ bölgesi bilgi yarışması birincisi oldum.Hâlâ , yanıtını bulamadığım bir soru vardır belleğimde: ilkokul son sınıfta iken, Türkiye’de ilk kez, MİLLİYET gazetesi , ilkokullararası bilgi yarışması düzenlemişti. Okulum, bu yarışma ,fakir öğrencilere  yöneliktir deyip, beni yarışmaya sokmamıştı.

Fakat daha sonra, bir sabah, bir öbek arkadaşla birlikte,çarşıya, ELİYEŞİL ilkokuluna , bir bilgi yarışmasına götürüldüğümüzü anımsıyorum. Neydi bu bilgi yarışması,ölür müydünüz çocuklara ,bir cümle bilgi verseniz de, adam yerine konulduklarını anlasın bu tazecik insanlar…

Kendilerine güvenleri gelsin, öz güven ekin , ruhsal tarlalarına, kişilikleri gelişmeye başlasın.

Yok,söylenmez.

Neden!

Yanıt çok tuhaftır ! İşte öyle…Öyle olan ne…

Kimse bilmez. Bu ülke,hayaletlerle , fısıltılarla,söylentilerle yaşamış,yaşamakta ve bu kafa devam ettiği sürece de, yaşayacak olan insan topluluğudur.

Neyse, girdik,yazdık ve çıktık “” test” sınavından.

“TEST”… Türk eğitim sistemine, olasılıkla, 1956/66 yılında eklemlenen bir kavram…

TEST…

Allahtan annem,babam yüksek tahsilli ve özellikle İstanbul’da, arkadaşları var.Bir gün postacı, evimize, bir paket getiriyor.İçinden, üç,dört tane kitap çıkıyor. Bu kitaplar, ilkokul sonrası girilecek(!) olan “KOLEJ” sınavlarına hazırlık, TEST kitapları.

Annemin bir arkadaşı,İstanbul’dan göndermiş.

Tabi ki annem, bir mektupla durumu onlara bildirmiş olmalı.Peki ya, annelerinin çoğu,okuma yazma bilmeyen arkadaşlarımın durumu ne olacak!

Bilmem.Ne olacak!

Bir gün , okulun 277. Sokağa bakan, müdür ve öğretmen girişine ayrılmış terasına, büyükçe bir masa konmuş, süslenmiş püslenmiş, bir vazoda çiçek, bir de “hediye paketi” duruyor masanın üzerinde.

Bütün sabahçılar , bahçede sıraya girmişiz.

Müdür Hilmi Bey’in yanında , hiç görmediğimiz bir “ amca” duruyor. Pek güler yüzlü.

Hilmi Bey, müfettiş Cabbar Bey diyor, Cabbar Uca. Pek iyi bir insandı.

Şimdi okulumuzla ilgili,güzel bir haberimiz var, Cabbar Bey, size onu bildirecek deyip, Cabbar Bey’in öne çıkmasını bekliyor.

Sevgili çocuklar diyor Cabbar Hoca…

Birkaç hafta önce, bir öbek öğrencimiz , ELİYEŞİL’e gidip, bir sınava girmişti.MİLLİYET gazetesinin , yeniden düzenlediği,AKDENİZ BÖLGESİ, ilkokullararası , BİLGİ yarışmasıydı.

Şimdi size, bu yarışmada kimin birinci olduğunu bildirecem…

Yarışma birincisi , 5 A’dan , 543 Hüseyin SUNGUR demez mi!

Abovvv ki hem de ne abovvv…

RESİMLİ BİLGİ

3

Altmışlı yıllarda,evdeki kütüphane, gelip giden eş dost,eve alınan gazete ; AKŞAM veYeniSabah yani ,kısaca  annem ve babam sayesinde, iyi kötü dünyadan haberdardık.

Memleketim küçücük, bir uçtan bir uca ,haniyse üç beş karış, keyfli bir merkez çarşısı olan, gerçekte tarihin kendisine sağladığı , sıra dışı “ imtiyazın” farkında olmayan, kendi halinde bir kasabaydı.

Tren hattından sonraki mahallelerde, sanırım, 1966 sonbaharına kadar, asfalt yoktu.İri birer yumurtaya benzeyen, zemine kalınca dişli kum serpilip, üzerine bu yumurta gibi beyazımsı renkli taşların çakılı yüzeyleri olan sokaklardı.Tabi ki, yoğun yağışlı geçen kışlarda, bu sokaklar ne hale gelirdi, varın onu siz düşünün.

İlkokul üçteydim.Annem bir gün eve, “mandolin” denilen bir çalgı, bir öğrenim metodu ve kurs makbuzu ile gelmişti.

“Çarşıda, çocuk kütüphanesi var. Orda, Cumartesi günleri, ERDOĞAN BEY adında bir müzik öğretmeni, mandolin kursu veriyor, Cumartesi günleri, yemekten sonra oraya gideceksin “ dedi.

İlk Cumartesi , sanırım annem götürmüştü beni.

Sonraki yıllarda, her Cumartesi müzik kursuna giderken, TOROS kahvesinin önünden geçmek, bana sıra dışı bir azap verirdi. O tuhaf,yabanıl bakışlardan ürker, sinir olur, sanki benimle dalga geçiyorlar, arkamdan kıs kıs gülüyorlar gibi görünürdü.

Oysa benden daha önce,karşıki komşumuz , benden birkaç yaş büyük DANYAL da , aynı kurslara gidiyor ve evinde habire , alıştırma çalmaları yapıyordu.

Önce mandolinle başlamış, sonra  kemana geçmişti.

Biz başladık gidip,gelmeye.

Dördüncü sınıfın sömestr tatili yaklaşmış, 64/65 ,ben, mandolinde, üçüncü metodu bitirmek üzereydim.Henüz “ tükenmez kalem” icat mı edilmemişti, yoksa bizim memlekete mi gelmemişti.

Rahmetli hocam ERDOĞAN BEY, o günlerin birinde , dolma kalemini itinayla çıkarıp,mandolin metodumun son sayfalarına doğru, şöyle bir not düşmüştü…

“Sayın Sungur Ailesi. Hüseyin’in mandolinde öğrenecek bir şeyi kalmadı.Müziğe devam etmek istiyorsa, alet değiştirmesi yerinde olur!”

Hocanın dediğini de yaptık yapmasına da, ara tatilinde bir gün HOCAM, bize telefon edip, bizimkilerle konuşacaktı.

Bizimkiler telefonda konuşurken, kaçamak bakışlarla, hafif tebessümlerle bana baktıkları için, haliyle merak denizinin içinde,yalnız başıma çabalamaya başlamıştım.

Nihayet telefon bitmişti.Konu neydi acaba!

Hoca, Hüseyin,yeni bir alete geçinceye kadar, Cumartesileri kursa gelmeye devam etsin demiş bizimkilere.

Takip eden ilk Cumartesi, haliyle kursa gittik.N’olur n’olmaz diyerek,mandolinimi de götürmüştüm.

Hocam, dan diye, yeni gelen üçüncü sınıflara, ilk kurslarını sen öğreteceksin demez mi!

On bir yaşında bir zıpır, mahalledeki haşarı oğlanların sözüyle, “” maallebi çocuğu” ben, mandolin kursuna yeni gelen öğrencileri, ben başlatacaktım.

Onbir yaşında bir çocuk, bu işin görkeminin farkına varabilir miydi!En az sekiz,on tane öğrencim vardı.

Ama bu “” maallebi çocuğu” demişken, buna ,çok şirin benzer bir eklemlenmeyi mutlaka anlatmalıyım.

------------------------------------------------------------------

 RESİMLİ BİLGİ

4

Mahalle, altmışlı yılların başında, haniyse bizim 277,278. Sokaklarda bitiyordu.Ötemizde dikine, paralel gelen sokaklar yok muydu!Elbette vardı da, bu sokaklardaki evlerin çoğu , baştan savma, ite kaka yapılmış,gecekondudan az daha derli toplu, belkide kimi inşaatların artıklarının , rica minnet toplanması sonucunda , bir araya getirilmiş malzemelerdendi.

Kimbilir.

Bugün, mahallemize, YENİ MALİYE binasının yanından girip, sokağı , ille de batı yönünde takip ederseniz, bu sokağı kesen, necip fazıl caddesine gelirsiniz.Sokağın caddeyi kestiği yerde durun.Solunuza ve karşınıza düşen bütün evleri yıkın.Tam karşınıza, yolun az biraz iç tarafına, kocaman bir de DUT AĞACI koyun.Görünmez bir yere , bir tulumba yerleştirmeyi de ihmal etmeyin ama.

Dutun, mahalleye doğru eğilir gibi bakan dallarının hizasında, kelpiçten,iki göz müydü,neydi, kocaman bir oda gibi duran bir “ EV” vardı !

Bu ev, “”Oduncu HASAN EMMİ’nin””  eviydi.

Oraları çocukken yaşayıp, yıllar sonra “mahallesine dönen” biri,bugün  göreceği manzara karşısında, küçük dilini yutar.

Neyse,biz eklemleyeceğimiz öykümüzü bekletmeyelim.

Hasan Emmi,alınteriyle çalışan bir yiğitti. Sabahleyin erkenden evinden çıkar, güneş batmadan dönerdi.Öyle yorgun olmalıydı ki,ne TOROS kahvesine gelir, ne mahallede, dengi birileriyle ,ayak üstü iki tike lâf eder.En azından ben hiç görmedim.

Bir oğlan iki kızı vardı.

Oğlunun adı HALİL’di ancak, nasıl olduğunu hatırlayamadığım bir nedenden dolayı, bizler, Halil’e “” TİLKİ” lâkabını uygun görmüştük.

Hafta sonlarında, sokaklar, evimizin güneyi olan,koskoca ,bomboş GAMSIZ’ın tarlası, çocuk dolar.

Dövüşler,hırgür,oyunlar, uçurtma uçurmalar, güvercin taklaları…Binbir çeşit oyun,gürültü,renk ,yaşam cümbüşü akar giderdi.

Yaşamımız, dünyamız anca o kadardı.

Bilemediniz, PARK’ın kapısına kadar.

ANNEM, alafranga kadın olduğu için,beni,sokağa,uzun zamanlar için bırakmazdı.

Saatle “”çıkartılırdım”” sokağa.

Gene böyle bir gün, millet,bağıra çağıra GAMSIZ’ın tarlaya gidiyor,Allah bilir ne oynayacaklar…Ben de balkondayım, içim eriyor arkadaşlarıma baktıkça.

Tabi ki, bizim TİLKİ de içlerinde.

 Balkonun hizasında,TİLKİ bir an durdu,bana baktı,başladı gülmeye.

“Laaaan” diye bağırdı yürüyüp,kendini geçenlere.

Millet durdu,döndü, TİLKİ’ye baktı.

“Laaan, anası bunu eve hepsetmiş laaan” demez mi!O oldu, o arkadaşlar içinde iken,TİLKİ de varsa, ısrarla bana, “” anası hepsetmiş” diye hitabede geldi.

Hoşuma gitmedi değil.En azından, “” maallebi çocuuu” denmesinden daha yaratıcıydı,hayal gücü çalışması gerekirdi. Arkadaşlarımın,  hayal gücü çalıştırmaya takatları da, zamanları da yoktu.

Hemen hemen hepsi, dar gelirli ailelerin çocuklarıydılar.Yıllar sonra, bu arkadaşlarla birlikte olmanın,oynamanın ne denli misli görülmemiş bir HAZİNE olduğunu , yaşaya yaşaya öğrenecektim.

“enesi hepsetmiş”,bugün yetmişine dayandı,durdu.Arkama dönüp, bakıyorum da, MUHTAR REMZİLER, Avni Abiler,Bakırcı Kerimler, Cırnak Mustafalar,Köşker Mahmutlar,Deli Uğur/ Yarkın ağabeyler, Foto İNCİLER,Hanri Teyzeler, acaip hovarda olduğunu yıllar sonra öğreneceğim, harp gazisi, ilk arabamız olan ,TUZLA cibinin şöförü Şükrü Dedem(!) Akile’nin babası külhanbey Mahmut,meşhur Haşim Ağa’nın , kendinden daha meşhur dul eşi, HATİCE TEYZE…

Torunu Çatlak Murat,yanında kalırdı.Eve geciktiği zamanlarda, MU’raaaat diye bir bağırırdı,tekmil mahalle duyardı.

Takbaş köyünden , milli eğitim müfettişi ,rahmetli Nuri Kara Hocam, az ilerde, Hanri teyzenin karşı köşesinde,  kadastro teknisyeni ALİ AKYOLCU amca. Daha kimler,neler neler…

Akıp gidiyor, sessiz bir ırmak gibi belleğimin içinden.

RESİMLİ BİLGİ

5

İlkokul sıralarında, 1961/66, mahallede bazı evlerin , ticari olmayan” at arabaları” vardı.

277 sokakta, ADİL ABİLER’in,bitişik sokağa taşındığımızda da, duvar komşusu olduğumuz , RAMAZAN EMMİler.

Öğrendim ki, iki ailenin de, bağ evleri varmış, zaman zaman gider, kafa dinlerlermiş.

O zaman bizim, gıcır yeni bir TUZLA VİLİS CİBİMİZ, Mahmut Amcanın da, siyah renkli , yayla gibi bir OPEL arabası vardı. Sanırım , mahallede başka da araba yoktu.

Bir haftasonu, Mahmut Amcalar, Ramazan Emmi’nin bağına davet edildiler,beni de götürdüler. Ömrümde ilk kez, fındık turpu yaprağından, ekşili salata yedim ve hayran oldum.Şiddetle tavsiye ederim.

O sapları,sakın ola ki çöpe atmayın.

Ramazan Emmi’nin ALİ İHSAN adlı, zihnen çocuk kalmış bir oğlu vardı.Kendi aralarında, oğlana, “ALİSA” derlerdi.Her niyeyse, bizim ALİSA, alman malı, HENŞEL kamyon hastasıydı.

O yıllarda, ALMAN malı MAN ve HENŞELLER, PİYASANIN gözdesi idi.Ama işin traji/komik yanı, ALİSA, evlerinin hemen arkasındaki ahırda bağlı olup, bağa gidileceğinde, arabalarına koşulan atın yanına gidip, kişnemesiydi.Bu kişneme işini o kadar ileri götürmüştü ki, evin önünde ,durup dururken , bağıra çağıra kişnerdi.

Haliyle bu da, mahallenin fırlamalarına,malzeme olmuş, ipini koparan evin önüne gelir, ALİSA ortalıkda ise, onu kişnetmeye çalışırdı.

Ben ya da Ramazan Emmi, fırlarız sokağa, evin önünden çocukları kovalarız.

Merak edeniniz olabilir, ALİSA, yıllar sonra evlendi( evlendirildi ), bir kızı oldu… Kızı, uzun yıllar, MERSİN Pozcu Merkez Migros’da kasiyer olarak çalıştı.

İlkokul sıralarında, yayları sert olduğundan, zaten arızalı olan babamın beli, iyice sorun olmaya başlamıştı. Babam da, nerden nasıl bulduysa, URFALILAR’a sattı cibi.

O esnada, hatırlayamadığım bir şekilde, çiftlikten, evimizin önüne ,koskoca bir PULLUK, köy yerinde köten denilen,getirilip, bahçe duvarının demir parmaklıklarına zincirlendi.

KÖTENLER, iç bükey ayna gibi, çapları, yaklaşık 60,70 santim, has çelik, traktörün arkasına, o zamanlar mekanik düzenekle bağlanır, bir batırdın mı toprağa, ölüsü, 40,50 santim yarar giderdi.

İşte bu “it ölüsü” gibi pulluk/köten, bir gece yarısı,bizim evin duvarından, zinciri kesilerek,sökülüp,çalındı.

“Şüpheli” biri yakalandı.

Bir süre sonra babam,şikayetini geri aldı.Annem,nedenini sorduğunda, “Hanım,adam  jandarmada bir dayak yedi, bir dayak yedi, içim kaldırmadı. Dayanamadım,vazgeçtim ,köteni batsın,adamı öldürecekler dayaktan,sonra da ben sebep olmuşum gibi hissedeceğim” demişti.

KÖTEN meselesi, böylece kapanıyordu.

Bir gün ,277 sokaktayız.Babam, öfkeyle, çiftçibaşı Yakup C.’nin eline bir miktar para sıkıştırıyor. Kapının “kındırığından” ( aralığından) , babamın öfke dolu sesini dinliyoruz.

“Şimdi doğru Demirkapı’ya git, kamyon garajında, ne yap yap, zar zor yürüyen bir naylon(*) bul, dosdoğru Y.oğlu’na git, elden teslim et gel” diyor.

Çiftçibaşı Yakup C., gazlı FARMAL traktöre biniyor, doooğru Demirkapı’ya.

Annem, nooldu yahu diyor babama.

(( Anneanemle dedem de, birbirlerine, “ YAHUU” diye hitap ederlerdi.Belki ordan kalma bir şartsız refleks olabilir bu hitap.))

Babamın bir dayısı çok zengindi.Fakat yaygın tabirle, kendine müslümandı. Yani, çevresine hiç “ışık”” vermezdi.Vermediği gibi, yakın çevresini de “çintmeyi” sever’miş.

Eeeee,ne demiş erenler, “ ot, kökünün üstünde büyür”. O servetin içinde, oğlu da,makam cami imamına çekmeyecek,illâki, babasına çekecek.

Babam, bir nedenle, kuzeninden bir naylon(*) istiyor.O zamanlarda, traktörlerin arkasına bağlanan romörklere, herhalde yaylarının gıcırdamasından dolayı mı , artık bilemeyeceğim, “” naylon “ derlerdi.

Kuzeni de, çiftliğin bir köşesine atılmış, zar zor yürüyen bir naylonu, bizimkilere göndermiş.Haklı olarak, babamın da bu davranış, çok zoruna gider.  Kendini aşağılanmış hisseder.

Zar zor yürüyerek getirilen bu “naylonu”, bizim çiftliğin adamları, kamyon garajına götürüp, tamir ettirerek,kullanılabilir hale getirirler.

Kuzen,bir süre sonra, hiçbir şey olmamış gibi, emaneten verdiği , kırık dökük naylonu isteyince, babam da çileden çıkıyor tabiî ki.

Çiftçibaşı Yakup C., gider, kamyon garajından hurda,döküntü,anca yürüyebilen bir naylon bulur, alır ve kuzenin çiftliğine götürür,teslim eder.

Bu teslimattan sonra, araları bir süre soğur babamla, kuzeninin.

Gariptir, nedenini bir türlü bilemediğim bir şekilde, babama terslik yapmak üzere , sanki and içmiş insanlar vardı memlekette.

Ama bana en çok koyan, ölüm döşeğinde, yakınları ile ilgili,içinden değil, kalbinden gelenleri söylediği sözlerdi.

Yıllar içinde, o yaşların saflığı,temizliği,romantizmi içinde, olmaz canım, peder abartmış yahu gibi , kişisel serzenişlerimin,ne kadar yersiz ve yanlış olduğunu, ölümünün ardından geçen yıllar içerisinde, yaşayarak görecektim.

Bundan dolayıdır ki, dayımı yitirdikten makûl bir süre geçtikten sonra,yengemi arayarak, zamanında babamın “kardeşlerinden” umup ta, göremediğim/görmediğim davranışları, tıpatıp , yengeme gösterdim.

“Yenge, dayımı yitirdik. Bak, her zaman yanındayız, omzunun dibindeyiz, hiç merak etme, yaşamında değişen hiçbir şey yok,ona göre” deyip, az da olsa, ağlaşmıştık.

O yüzden, ömrümün bu demine kadar, önüme, yaşam aynama, daima babamın kısacık ömrünü ve yaptıklarını(!) koydum.

Babamın kısacık ömrü mü! Elli iki yıl efendim



Yorum Ekle comment Yorumlar (0)

    Bu Habere Henüz Yorum Yapılmamış..!



 
 HABERLER
 
TUTUNAMAMAK
NASIL BİR EDEBİYAT

Tarih : 17.12.2024
Devamı...
 
 
BÜYÜKEVİN HİKAYESİ
2.2. BÖLÜM

Tarih : 26.11.2024
Devamı...
 
 
 
 MAKALELER
 
BİR EMİNE ROMANI
İÇ DÜNYA ÖYKÜSÜ

Tarih : 10.01.2024
Devamı...
 
 
sonbahara merhaba
candan ve gönülden

Tarih : 14.10.2023
Devamı...
 
 
 
 GİYOTİN HAVUZU
 

ÖZET OLARAK TÜRKİYE
16. BÖLÜM

Tarih : 23.11.2024 |
Devamı...

 

ÖZET OLARAK
TÜRKİYE / SONBAHAR 1

Tarih : 21.10.2024 |
Devamı...

 

ÖZET OLARAK TÜRKİYE
8. KISIM

Tarih : 1.08.2024 |
Devamı...

 

ÖZET OLARAK TÜRKİYE
7. KISIM

Tarih : 31.07.2024 |
Devamı...

 


 
 

 
 
ANASAYFA BİYOGRAFİ SIK KULLANILANLARA EKLE GİZLİLİK İLKELERİ İLETİŞİM


Siteden yararlanırken gizlilik ilkelerini okumanızı tavsiye ederiz.

HÜSEYİN SUNGUR | Resmi Web Sitesi | huseyinsungur.com © Copyright 2015-2024 Tüm hakları saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilemeden yayınlanamaz, kullanılamaz.

URA MEDYA